29 Nisan 2010 Perşembe

SADECE İRAN DEĞİL


CEHENNEME GİTME YÖNTEMLERİ'nden



Basit mi anlatılacak olan hikâye?! Belki..
Belki de basitliği gücünü göstermeyişinde..
Olağan birkaç insanın olağan durumları sanki..
Siz, dolaşıyorsunuz.
Onlar, sihirli aynaların önüne geçmiş, duruyorlar.
Onlar, zulmün önüne geçmiş, duruyorlar.
Anlaşan burçlar gibiler!
Ortada bir burç yok!
Ortada yalnızca kaynayan bir kazan su var.
buhardan görüşemiyoruz.
Buhar ve ateş, yolları örtmüş.
Buhar kalınlığı hat safhada!
Buharın cinsiyeti bilinmiyor.
Buhar, şarkı söylemek istiyor.
İçli, yırtıcı şarkılar!.
Tek bir single'ı olsa yetecek adeta..
İki parça yetecek..
Bir gram yetecek..
Tek nefes yetecek..
Bir duble yetecek..
Bunlar yetecek insanları kahraman yapmaya!.
Yaşanılan düzen, yaşatılan düzen yetecek insanları kahraman yapmaya!.
Bir kalkabilsek.. Bir doğrulabilsek.. Kuvvetimiz olsa..
Şiirsel yanımızı da bir kaybedebilsek..
Kahretsin!. Dün gece yatarken çıkarttığım ianançlarımı bulamıyorum.
Nereye koydum gözlüklerimi, saatimi, yalanlarımı, sevinçlerimi?!
Biz üç kişiyiz:
George, Oscar ve Ralph!
Yapışık üçüzleriz.
Toplam bir kişiyiz.
Anlatılacak hikâyeyi bizler toparlıyoruz içinde yer alarak..
Hikâyenin geçmişi, hikâyenin geleceği Türkçe!
Hikâyenin bu noktası, yani bulunulan an, biraz yabancı!
Cennetle cehennem arasında tercih yapamayan, özgür bırakılmış ruh!
Sorumluluk taşımayan bir ruh!
Huyları bilinmeyen bir ruh!
Karaciğer yetmezliği çeken bir ruh!
Doktora gitmeyen bir ruh!
Özel avukatı olmayan bir ruh!
Üç kişiyi kuşatan bir ruh!
George, Oscar ve Ralph!
Korkunç ile gülünç'ü bir araya getiren muazzam çete!
Sahneye çıkmayan komedi üçlüsü!
Korodan kaçan vokalistler: Biz! George, Oscar, Ralph!
İstanbul'un lağım fareleri!
Boş vakitlerini oto hırsızlığıyla değerlendiren,
televizyondaki yarışmalara katılmayan,
nüfus kâğıtlarında henüz resimleri bile olmayan üç adam!
Mahşerin Üç Atlısı!
Hayatın Üç Gladyatörü!
Yeraltı Mitolojisinin Üç Yeni Tanrısı!
Acıyan, acıtan ve acınacak olan..
Biz!
George.. Oscar.. Ve Ralph..
Vasiyetnamelerini imzalamadan ölen üç genç!
Reality Show Artistleri!
Dublörsüz yaşadık!
Dublörsüz öldük!
Hakikiydik.
Hakikatle temas halindeydik.
Maceramız kısadır.
'Devamı Gelecek Sayıda' diyemeden toprakla örtüldük!
Araba süratliydi.
Ön camdan fırlayanı tanıyamadık!
Açılan arka kapıdan düşeni teşhis edemedik!
Çatlak bir kaburga kemiği gibiydik.
Ağrıyan yerimizi gösteremedik!
Biz!
George.. Oscar.. Ve Ralph!
Az önce burdaydık!

küçük İskender



11 Mart 2010 Perşembe

ÖZGÜR ASAN - BİR ŞİİR



Bayrampaşa'da Bir Kavga ya da Niko’dan Eleni’ye Mektup



küçük İskender'e...



O kavgaya mutlaka gitmeliyiz. Döner bıçağı yiyeceğim ben,

çok da istersen küflü hoş bir satır ayarlarız sana da.

Satırı bir spor gazetesinin içinden çıkaracak seninki,

kaç parça koparırsam kârdır diye döner bıçağını öylece

sallayacak şu benim hakkıma düşen.

Felsefeni şöminenin başındaki sehpanın üzerinde,

dergilerini tuvalette bırakarak gelmelisin; gelirken

beraberinde sevgilini de getirmelisin. Sekiz dokuz

kişinin seni aşağı alıp da tekmelemesinden öğrenmeli

seni nasıl terk edeceğini, satırın havaya kaldırılışındaki

rüzgârdan çıkarmalı seni nerenden hangi kıvrımlarla öpeceğini.

O kavgaya mutlaka gitmeliyiz, diyorum, burada anlaşalım!

Mor şarkılarını ve filmlerini de getirme; bırak onlar kendileri

söylenir, bırak onlar kendileri izlenirler bir başlarına.

Dayak atanın ulumaları dayak yiyenin çığlıklarıyla karışsın,

herkesin elleri ve ayakları kopmaya bağlansın şimdi,

Mademki bir şarkı, işte yerde yatıyor;

Mademki bir film, işte şurada sekiz dokuz tane var,

hepsi de Topkapı'dan aldıkları uzun burunlu ayakkabılarıyla

tekmelemeye devam ediyor.

Bedenim gömleği olmuşken zeminin, kendi kanımın sıcaklığında

ısınırken, zorlaya zorlaya açıp gözlerimi sevgilime bakıyorum.

Diyorum ki mutlaka gitmeliyiz o kavgaya, bir sorun çıkarmalı.

Bir göz çıkmalı yuvasından, çıkıp o gürültüde kaybolmalı.

Sol kasığını yalayarak geçmeli o küflü satır, tutup almalısın

satırı onun elinden, derken bir yumruk suratının atlasını dağıtmalı;

zifti henüz dökülmüş yerden, tüm cımbızlar gelse bin asır toplaya-

mamalı –Bak biz bu kavgaya mutlaka gideceğiz, burada anlaşalım!

Sonra paralı tıfıllardan biri çekinerek elini beline atıp

ilk defa doğrultacağı o silahı çıkarmalı –Üstündeyim zeminin, ilikliyor beni

Bak bu kavgada mutlaka öleceğiz, burada anlaşalım!

Ki o tek silah da çıktıysa, Kan’dan başka hiç kimse sağ kalmamalı!

Koskoca bu bütün havanın seccadesi gibi serilmişim yerde dümdüz.

Güç bela kafamı kaldırıyorum biraz, gözlerimde kapalı renkli bir

açıklık oluyor, o aralıktan silinmekle gitmek arası sevgilimi görüyorum yine.

Tinercilerimiz olmalı, diyorum, bizi bıçaklamalılar, bıçaklayıp ırzımızda ip atlamalılar.

Diğer ekip kaç satır önde ya da kaç tekme gerideyiz biz, son yumruğu kim

attı, hangi piçti o? Gözümü gören var mı, işte şu solda beklerdi, o gözümü?

Bu kavgaya gelmekle iyi ettik gülüm, bak onlar için de bir farklılık oldu:

En azından biz giderken dönmeyeceğimizden emindiler, o rahatlıkla

ilk kez ışıkları söndürerek yatabildiler.



Özgür Asan12.09 – suudîbohemian

18 Şubat 2010 Perşembe

GENÇLER AYAKLANMIŞ


Ergenlik çağı çağrıda bulunuyor..

Adamlar kendilerini daha nasıl ifade etsin..


Ne matematik, ne politika..

Tek sıkıntıları var..

Yazık..

ÇR


Çizgi roman okuyun.. Okutun..

Ama Zagor'un Çiko'ya, Tommiks'in kafayı kırmış Kanyakçı'ya, Swing'in Gamlı Baykuş'a, edebi açıdan da Robinson'un Cuma'ya atlama ihtimalini göz ardı etmeden..


Hele Kızılmaske, Reks'e sarkıyorsa işimiz daha zor..

KARİKATÜR DÜNYASI


( Bence ) Aptalca iktidar hırsı nedeniyle içi boşaltılan Lombak dergisinin ardından dürüst mizah yapan Koala dergisi de kapandı.


Meydan Aydın Doğan'ın ramazan bayramında halka dağıttığı, bir zamanların muhalif dergisi Leman'a kaldı. Gençlere, modernizme kapısı sıkı sıkıya kapalı bu dergiye mahkum olmayalım. Bu insanlar zamanında hepimizi kovdu.


Can Barslan'ı, Behiç Pek'i, Bahadır Boysal'ı, Metin Fidan'ı oradan kurtaralım.


Yıllar önce Metin Demirhan'ı mizaha küstüren insanlara paye vermeyelim.

Ah Metin, güzel uyu!

16 Şubat 2010 Salı

BEAT


1950'li yıllarda ortaya çıkan, üsluplarıyla dünya çapında müzikten sinemaya ve edebiyata bütün sanat dallarını etkileyen Beat kuşağı yazarlarının eserleri arka arkaya Türkiye'de de yayımlanmaya başladı İkinci Dünya Savaşı sonrasında 'Amerikan barışı' olarak adlandırılan dönemde filizlenen ve Beat kuşağı olarak anılan edebiyat akımına ait önemli eserlerden bazıları son zamanlarda Türkçe'ye kazandırılarak ya da yeniden yayımlanarak gündeme geliyor. 40'ların sonu ve 50'ler boyunca yaşadıkları toplumun orta sınıf ve popüler kültür değerlerine saldıran, cins, ırk ve sınıf ayrımcılığına karşı duran, hedonist tavırlarıyla dikkat çekerek, yaşadıklarıyla paralel şeyler yazmaya çalışan Beat'ler kendilerinden sonra gelen kuşakları edebiyattan, resme, sinemadan müziğe kadar etkilemeyi başardı. Türkiye'de yaygın olarak tanınmayan Beat kuşağı edebiyatçılarının en önemlilerinden ve hatta kuşağın isim babası olan Jack Kerouac'ın Yolda'sı geçtiğimiz aylarda Ayrıntı Yayınları'ndan tıpkı basımıyla raflardaki yerini almıştı. Geçen hafta ise yine kuşağın simge isimlerinden William Burroughs'un ünlü Çıplak Şölen romanı kitabın 50. yılı şerefine daha önce yayımlanmamış metinlerle zenginleştirilerek Versus Yayınları'ndan çıktı. Beat'lerin başlangıç noktası kabul edilen ve Jack Kerouac ile William Burroughs'un beraber kaleme aldıkları Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar adlı kitap ise yine geçen hafta Sel Yayınları tarafından yayımlanışından yıllar sonra ilk defa Türkçeye kazandırıldı. Beat'lere ait eserlerin Türkçeye kazandırılması, kuşağın edebiyat açısından önemi ve yeniden keşfedilip keşfedilmediklerinin peşine düşerek eleştirmenler ve akademisyenlere sorduk.
Ömer Türkeş (Eleştirmen): Keşke isyankârlıkları örnek olabilse"ÇIPLAK , tıpkı Jack Kerouac'ın Yolda'sı gibi 50. yılında yeniden 'keşfedildi'. Bir hayat tarzının ya da felsefesinin manifestosu olmuş metinlerin artık o tarzlar tedavülden kalkmışken hatırlanmalarının ne edebiyata ne de gündelik hayata etkisi olacağını sanmıyorum. Olsa olsa Beat kuşağını tanımayanlara geçmiş hakkında bir fikir verecek, belli bir yaşın üstündekilerde ise nostalji havası estirecektir. Tıpkı 68 kutlamaları gibi. Beat'leri ve devamı sayılabilecek 68 isyanını önemsemediğimden değil. Tersine; her iki isyancı kuşak da çok önemlidir. Kişisel kurtuluşu, arınmayı ve aydınlanmayı savunan, eski kafalı buldukları topluma ve onun kurumlarına duydukları yabancılığı sergileyen bohem sanatçı grubu, yani Beat kuşağı, günümüzün sistem karşısında teslim bayrağını çekmiş toplumlarına keşke örnek olabilseler."
Hasan Bülent Kahraman (Akademisyen, yazar): Türkiye onları keşfetmeli"BEAT kuşağını, 1968 hareketiyle birlikte düşünmek gerekir. Edebiyatta deneysellikten doğrudan yaşantıya tanıklık etmeye kadar bir dizi alanda Beat kuşağı yazarları büyük katkılar sağladı. Tıpkı sürrealistler gibi onlar da uyuşturucunun, farklı cinsel tercih ve kimliklerin, egzotik dünyaların, farklı coğrafyaların tadını çıkardılar. Büyük arabalar, boydan boya geçilen bir büyük kıta bu edebiyatın eksenini oluştururken benim aralarında en çok önemsediğim Ginsberg ve Ferlinghetti aynı zamanda büyük politik tepkiler gösteren, sonuna kadar politik tercihlerinde direnen insanlardı. Türk edebiyatına gelince iş biraz değişir. Biz yazınsal köklerimiz ve kültürümüz itibariyle sürrealizme o kadar yatkın değiliz. Bu nedenle Beat'lerin Türkiye'ye girişi geç olmuştur. Ben 1970'lerde onlardan ilk kez Salah Birsel'in Shenendoah Kuşları isimli makalesinde söz ettiğini hatırlıyorum. Sonra Ginsberg ve Ferlinghetti kırım kırtık çevrildi. Büyük çeviriler yapılamadı. Beat'lerin Türkiye'de tanınması Burroughs'un romanlarından yapılan filmlerden sonradır. Türkiye Beat kuşağını tanımaya başladı ama henüz keşfetmedi. Bunu bir an önce gerçekleştirmesinde büyük yarar olacağını söyleyeyim."
Sevin Okyay (Eleştirmen): Yasaklar oldukça etkileri sürer"BEAT Kuşağı'nın hiçbir zaman ölmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü kökü isyanda. Başta din olmak üzere kimi alanlarda fanatizmin yükselmesi, belki Beat Kuşağı'na rağbeti arttırmıştır diyorum. En azından, Çıplak Şölen'i bu sefer Algan Sezgintüredi gibi iyi bir çevrimenin kaleminden okuyacağız. Öte yandan, bu kuşak yeniden keşfedilmese bile, kimi insanları etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Popüler kültür çağında, o kültürün karşıtı olan Beat'çilerin de kendine taraftar bulacağından eminim. Bence, tutuculuk kaldıkça, yasaklar kaldıkça Beat Kuşağı'nın etkisi sürecek."

10 Şubat 2010 Çarşamba

ŞAKİR ÖZÜDOĞRU - Şiir



boş sırada kan lekesi

vurulduğum bir tatminsiz boşluk, lise öğrencisi,
kaçtı mı çorabı başkaldırı diyor o yüzden
saçlarını okşamayı seviyorum bağlandım sanışını
paketten çirkin elleriyle seçtiği sigarayla
iki nefes dumana büyük erdemler sığdırışını
korkuyorum bazen sokak upuzun bir tekinsizlik
sırayla harflerini öldüren bir seri katil var
orada değişik yöntemleriyle alfabenin
,yutması durmadan açılıp kapanan bir ağızla a’yı
batıdan ithal bir delişmen bakış saplaması e’nin kalbine
kendi keşfi mimiklerle acı çeke çeke can veren birkaç sessiz,
kilitliyorum kapıları sıkıca çekiyorum perdeleri
karartmada erken başlıyorum unutmaya, keşfederse ya
beni, sıkılmadan harfleri dirilten evinde;
boşluğum, aşığım, o, anlamanın neşesinde
sinirlerini biliyor keserek yolları tıpış tıpış sürükleniyor bana:
bulaşıkları yıkadım, tamam, sevişebiliriz
müziği sen seç, sarsın, sevişebiliriz
son şiirimi bitirdim sayılır, sevişebiliriz
iyi değilim aslında, tarih canımı sıktı, biraz bekle
topladım evi, beynimi, yıkandım mis gibi tamam sevişebiliriz;
aşk diyor dilimi ısırınca, bilse
gidince o en hüzünlü şarkılarda sağaltıyorum kanı;
bırakıp bir kafe sıkıntısında yaşama ihtimalini
koşuyor şuh ama iffet abidesi, bana
en sıkı ben öpüyorum
en sıcak ve soğuk ben okşuyorum
en talepsiz ben sarhoş oluyorum
en acıtmadan ben ısırıyorum boynunu
başka başka boşluklara açılıyoruz süt taştıkça
o devleşen boşluğu devrim sanıyor;
akşam bir bozulmadır ne olsa, durgunlaşmak
toparlayıp tortularını eşelemeye gidiyor, bir polis
kadına ben dökülenleri ezberletiyorum
bir seri katili çağırıyorum tarihten, iyi ki
seri katiller de şairler kadar
kaynakları sömürmekten korkmuyor!


7 mayıs ’06 / ev

9 Şubat 2010 Salı

CRADLE OF FİLTH - Nymphetamine

FANZİN MESELESİ



Zaman 1975 civarlarında seyrederken, henüz adını bile duymadığım fanzinle tanışmış, mahalle arkadaşlarımın ilgisini çekmek için onlara dergiler hazırlamaya başlamıştım; gözlük takıyor ve top oynayamıyordum; dışlanmamak için keşfettiğim bir yöntemdi bu. Elbette o dergileri fotokopiyle çoğaltmıyor, hazırladığım orijinali kapı girişlerindeki merdivenlere oturup beraber okuyorduk. Amaç, kopmamak, ayrışmamak, itilmemek, birlikte olabilmenin tadını çıkartmaktı. Doksanlı yıllarda adeta bir furyaya dönüşen fanzin üretiminde de aynı hassasiyet kendini gösterdi; bir fanzinle tanışan hemen edinip eve gidiyor ve ertesi gün kendi hazırladığı fanzini aynı raflara bırakıyordu. Sözü olan sözünü edimle dile getiriyor, sözünü görsele-yazıya dökmesinde rehberlik edene bir bakıma teşekkürlerini de sunuyordu. Fanzinlerle konuşanlar, fanzin aracılığıyla mücadeleye katılanlar kendi aralarında çekişmek yerine bu saflarda yerlerini alırlarken paylaşmanın, ortak başkaldırının ruhunu taşıyorlardı. Çünkü orada iktidar yoktu. Rant yoktu. Kimse birbirini biçimlendirmeye, yönlendirmeye kalkışmıyordu; fanzinin özgürlüğe çağrısında herkese yer vardı. Ne yazık, 2000'lerle birlikte can havliyle her alana el atan bir takım faşist sosyalistler şimdi de anarşizmin en doğal üretim ve ifade mecrası olan fanzinlere sızmaktalar. Sızmakla kalmayıp burada da bir disiplin geliştirme gayretindeler. Üzücü. Şüphesiz, herkes fanzin çıkartma, fanzinlerde görünme hakkına sahiptir; ancak, koşan ata nal çakmaya çalışan nalbanta bizim buralarda yalnızca gülerler.


küçük İskender

UCUBE



Ey Devlet, beni de Ötekileştir! Çünkü ötelenen, merkeze göre menzile daha yakındır.
Ey Devlet, beni de Başkalaştır! Çünkü başkalaşan, sana benzemeyi bırakmıştır.
Ey Devlet, beni de Yabancılaştır! Çünkü yabancılaşan, neden sevilmediğini anlayacak kadar düşünmeye başlamıştır.
Ey Devlet, beni de Farklılaştır! Çünkü farklılaşan, rasyonel evrimin yolcusudur.
Ey Devlet, beni de Dışla! Çünkü dışlanan, içerden çıkmış ve yeni şeylerle karşılaşmanın heyecanına kapılmıştır.
Seri katil Carl Panzram der ki, 'Kendimi düzeltmek istemiyorum. Tek arzum beni düzeltmek isteyen insanları düzeltmek; onları düzeltmenin tek yolunun da onları öldürmek olduğuna inanıyorum. Benim düsturum şu: Hepsini soy, hepsine tecavüz et ve hepsini öldür.' Bir cani ile bir devlet arasındaki benzerlik, herkesin benliğinde bir totaliter rejim hevesini baskı altında tutması. İnsanlar ve kurumlar kendilerini ifade için daima bir enstrümana ihtiyaç duyar; bir besteciye müzik aleti, bir doktora tıbbi malzeme, bir katile bedeni ve karşısındakine zarar vereceği nesne, bir devlete ordu, derinleştirilmiş kadrolar, din ve faşizm lazımdır. Bilim aslında atomu parçalamakla değil, parçalanmış atomu tekrar birleştirmekle kendine yakışır olacaktır.
Yönetme arzusu, belki kabullenilemez ama güdüsel bahanelerle makulleştirilebilir; ancak yönetilme arzusu diye bir olgu yoktur. Asimilasyona boyun eğip benzeyerek gücün kanatları altına giren ve can güvenliğini sağlayanların, prototipleştirmeye karşı çıkıp benzemeyi reddederek ortak kimlik şemsiyesi altından kopanlara düşmanlığı, sürüden ayrılanı kurdun kapması sözüyle korkutulmaya çalışılınması çok bildik bir politikadır. Bu politikaya uymayan devlet yeryüzünde henüz görülmemiştir.
Öte, öteki, başka, fark, yabancı ve dışarısı: Huzuru olağanda arayanlar için sürekli bir korku öğesi. Hollywood yıllarca bu öğelerle süslü korku filmleriyle terbiye etti kapitalist amerikan toplumunu. O filmlerle biz de yerimizden sıçradık Ortadoğu'da. Çok öteye gitmememizi söyledi ebeveynler biz çocukken; başkalarıyla / yabancılarla konuşmamamız öğütlendi; eve erken gelmemizin, dışarıda fazla durmamamızın kafamıza çakılması da cabası. Sanki biz çok temizdik ve diğerleri dehşetin tek sorumlusuydu. Ama diğerlerine gözünde biz de diğerleri olmuyor muyduk? Nerden bakılsa bir “öteki” hâlâ hayattaydı.
Sınıflandırma, listeleme, ayrıştırma, ötekinin var olabilmesiyle mümkündü. Bütündeyse öteki kavramı anlamsızdır. Anlamlıyla anlamsızın adlandırılması ise işe yarayanlanla, uyum sağlayanla buna öfkelenenin elektrolizine bağlı.
Ey Devlet, beni de 'Ucube' Say! Çünkü ucubeleştirilen, hep hareket halindedir.


küçük İskender

VEYSEL GENÇTEN




Daha ayrıntılı bilgi için http://www.veyselgencten.com/




Resimler, videolarla bambaşka bir dünyaya açılan pencere

REMIX DUALAR



r e m i x

d u a l a r



Aşk kibirdir Bunu sana söylüyorum Çocuklar duymasın
Bir akıl hastanesi bahçesine iri laleler ekmeye gitmek de var
Yeryüzünden bakınca gökyüzü içindeki mahluklarla verev
Vapurda burun buruna geldiğin martıdan utanma payı böylelikle
Saat sabahın kaçında hâlâ rakı yudumlamak alt çene kemiği kadehiyle
Demin hastanedeydim sonra vapur şimdi ev
Neden sadece köşelere ağ kuruyor örümcek bunu niçin tartışmalı
Demek bir köşesi olmalı hayatın tuzak kurmak için hayale
Ben benzersiz içiyorum, çok kuvvetli dövüyor polis de birilerini
Allah'a inanıyor onlar, ben şiire inanıyorum tevekkeli
Ardı ardına kıyasıya terk edildik bunu hemen fırsat bilmeli
O küçücük pencereden bana el de sallamıştı tanımadığım bir kız
Şizofreni Şelale Şizofreni Şelale Yakışıyorlar Yaklaşıyorlar birbirlerine
Oysa tedbir ile ben birbirimize ancak usul ile fasarya kadar yakınız
Dans da ettik gecelerce onunla hem de remix dualarla
Kıyafet istiyorsan kan ne güne duruyor dedim etsiz dudaklarına
Yanaklarına pudra yerine kokain süren güzel bir sürtük aslında
Caddelerine dişlerimi tükürdüm sıkı bir dayak peşinden
Bunlar toplumcu romantik gerçekçi klişe imgeler.. iri laleler..
Her sağlam yumruk, sepya peyzajlarda haylaz sonbahardı
Bu da klişe imgelerden, iri lalelerden uzanıp hale bakış
Pespaye, perişan yahut arada aklıma takılan elma neden hâlâ kırmızı
Ahh cop gözüme geldi, şükür bir gözüm daha olmalı
Bağdat mı burası Manhattan mı İstanbul mu hep karıştırıyorum
Bir duble daha içeyim Bir eyleme daha katılayım Bir duble daha
Bir yumruk, Bir duble daha Bir yumruk bir göz daha
Aşk kibirdir Bunu sana söylüyorum Çocuklar duymasın
Açık heceyle bitsin son kelime, ki şarkıcı bağıra bağıra uzatsın
Ben buradan bağırsam Sen sanki o şehirde yerinde zıplayacaksın
Telaşla camlara çıkacak belleğimizde ne kadar zarafet kaldıysa
Demin hastanedeydim sonra vapur ev derken şimdi ordayım
Şeytan diyor sök çıkart tersyüz et ve yeniden dik Tuba Ağacı'nı
Bir küçük özrüme bakıyor sevişmenin şifresini kırmak olayı
Kendimi bildim bileli kurumaktan korkan küçük bir gölüm
Vahşetin tazeliğiyle kirleniyorum Yıkanmak ürkütüyor hafızayı
Bir duble daha içeyim Bir eyleme daha katılayım Bir duble daha
Bir harf daha bulsam tamamlayacağım özlediğim kelimeyi
Açık heceyle bitsin son kelime, ki şarkıcı bağırara bağıra uzatsın
Aşk kibirdir Bunu sana söylüyorum Çocuklar uyanmasın
Rüya Bulantısı, Büyük Ortadoğu'nun Göt Deliği zevklerini ürkütmesin
Ermenileri öldürelim Yahudileri sevmeyelim Yunanlıları küçümseyelim
Çıplak ampul üzerinde düş kuran sineğin günlüğüne yerleşelim
Demin hastanedeydim sonra vapur ev oralar derken şimdi memleketteyim
Aşk kibirdir Bunu sana söylüyorum Çocuklar özgürlükle öldürülmesin
Kıymet-i harbiyesi kalmamış gecelerin de Oval Odası varmış
Kerameti kendinden menkûl tüm acılara eşit mesafedeyiz şimdilik
Hayat beni kızdırmasın yuvamdaki dağa çıkar inmem bir daha
Bir duble daha içeyim Bir eyleme daha katılayım Bir duble daha
Bir delirme daha Bir isyan daha Bir ölü daha


Bir dua daha



küçük İskender

LALE MÜLDÜR

DERGİ DEDİĞİN BUDUR!!


Kadıköy Underground Poetix dergisi, Beat kuşağı ve pulp etkinliklerinden hoşlananlar için birebir...

Her türlü huysuzluğun ifadesi burada..

"...yeraltı yayıncılığı ekseninde içeriğini; ekoloji, dada, sürrealizm, cyber, sitüasyonizm, yeşil anarşi, beat kuşağı, pulp şiir, punk, anarşizm, medya teorileri, kolaj, mimari, fotoğraf, karşı şehircilik, politik edebiyat ve daha bir çok alanda, denemeden, makaleye, düz yazıdan liriğe dek oluşturacak olan, 3 ayda bir çehresini yenileyecek süreli bir kitap-dergi projesidir. Dolaşıma giren dergi-kitap projesi, süerekli yoğunlaşan ve sertleşen bir içerikle ait olduğu boşluğu doldurmak üzere hazırlanmaktadır."

Böyle tanıtıyorlar kendilerini..


Okumayanı dövmek ne güzel olur.

İŞTE ŞİMDİ CİNAYET MAHALİNDEYİZ


Şu an elinizde tuttuğunuz, bir suç romanı ve gerçek bir öykü. 1944 yılında Jack Kerouac ile William Burroughs bir cinayeti örtbas etme suçundan tutuklandılar; bir arkadaşları bir diğerini bıçaklamış ve gelip bunu onlara anlatmıştı. Ama hiçbiri olayı polise bildirmemişti. O zamanlar henüz tanınmayan yazarlar olan ikili, bu cinayeti romanlaştırmaya karar verdiler. New York'ta sürekli içen, birbirlerinin evinde yatıp kalkan, uyuşturucu kullanan bir çevrede çok yakın iki dost olan Kerouac ile Burroughs, 1944 yazını bu romanı yazarak geçirdiler. Kitap, yazarlık kariyerlerinin başlama vuruşu oldu.Altmış yılı aşkın bir süre yayınlanmayan "Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar", bu çok önemli iki "beat" kuşağı yazarının hayatına ışık tutuyor. Kitap ancak 2008 yılında yayımlanabildi; şimdi de Sel Yayıncılık Türkiye'de okurla buluşturdu.


Samimiyetten uzak olanlar bu kitaptan da uzak olsunlar.

İkileyin lütfen..

3 Şubat 2010 Çarşamba

ŞİİR AKŞAMLARI


2010 itibariyle 17. yılına ulaşan küçük İskender'le Şiir Akşamları sürüyor. Bugüne kadar yüzlerce şairin, şiirseverin katıldığı etkinliklerde usta şairlerin yanısıra genç ve tanınmamış isimler de ürünlerini seslendirme olanağı buldu. Gecelerde şiirin dışında müzik, sinema ve tiyatroya yönelik performanslar da sergilenebiliyor.


3 Mayıs 2010 günü bu yılki etkinliğine ara verecek olan bu özel gece, her PAZARTESİ saat 20:30'da Beyoğlu, Büyükparmakkapı Sokak, Meis Bar'da ( Hayal Kahvesi yanı ) izlenebilir. Girişte ücret talep edilmiyor.

NECROMANTİK ( 1987 )




Sadece euro-trash veya underground gore sineması için değil, bence, bütün korku edebiyatı için bir klasik var karşımızda. Nekromantik (1987), olabilecek en ucuz bütçelerden biriyle yapılmış bir istismar-vahşet sineması olmasının yanında, aynı zamanda Freud’sal temalar taşıyan, çok sert, kaba ve güzel bir görselliğe sahip, cinsellik, ölüm ve can sıkıntısını işleyen bir film.
Sapık sevgilisi ile birlikte basit bir hayat süren Rob, hayatını morga ceset taşıyarak kazanmaktadır. Trafik kazalarında bulduğu cesetlerin bazı kısımlarını koparıp evine getirip kavanozlarda saklar. Son derece sıkıcı ve endüstriyel bir mimariye sahip olan apartman dairesinde Rob, ölü hayvanlar ve ceset parçalarından oluşan koleksiyona sahiptir. Bir gün eve bir kanal kenarında bulduğu çürümüş bir cesetle çıkagelir! Rob’un sevgilisi, cesetin cinsel organının içine metal bir boru monte ederek bu çürümüş cesedi Rob ve kendisi icin eşi bulunmaz bir seks oyuncağı haline getirir. Ancak Rob’un bu pislik ve kokuşmuşluk içindeki cenneti, Rob işini kaybedince bir anda başına yıkılır. Bencil ve materyalistik sevgilisi, seks oyuncaklarını da yanında götürerek Rob’u terk etmiştir. Artık iyice içine kapanan ve yalnızlıkla beraber cansıkıntısı en büyük düşmanı haline gelen Rob, kendini vahşet filmlerine, hayvanlara eziyet etmeye, fahişelere ve mezarlıkta sekse verir…
Film ilerledikçe daha da yoldan çıkıp, aşırılıklarına devamlı bir yenisini ekliyor. Hakikaten lafını hic çekinmeden söyleyen bir film diyebiliriz Nekromantik için. Ayrıca normal bir durum anlatılırken bile film normal bir çizgi izlemiyor. Mesela tuvalete girip işeyen bir adamı anlatırken, film, pisuarın bir karış dibinden işeyen adamın cinsel organını gösteriyor seyirciye. Aslında Nekromantik, kesinlikle toplumsal ve ahlaki değerlerden sıyrılarak insanın nihilist doğasını bütün çıplaklığıyla yansıtmak isteyen bir film. Bu görsel tavrının yanında son derece tekdüze ve minimal bir müzik filme eşlik ediyor (ki hayranım bu soundtrack’e, özellikle ilk parçaya). Müzik, Rob’un iç dünyasını anlatmak adına çok önemli. Belki de bu müzik olmasa Nekromantik böyle bir kült klasik olmazdı diyebilirim. Zaten en rezil Alman vahşet filmlerinde bile müzikler muhteşem iken, Nekromantik’in müziği gerçekten gelmiş geçmiş en iyi korku filmi müziklerinden biri olmaya aday.


Filmin yönetmeni Jorg Buttgereit hem Almanya’da, hem de dünyada bu filmden sonra yavaş yavaş kült statüsüne ulaşmış bir yönetmen. Nekromantik, Buttgereit’in ilk filmi. Nekromantik‘in devam filmi Nekromantik’in çizgisine ulaşamasa da, Der Todesking (1990) ile muhteşem, şok edici bir başyapıta daha imza atıyor Buttgereit. Buttgereit’ın edinmesi en kolay filmi Schramm (1994) da izlemeye değer bir seri katil hikayesi.
Filmin son 15 dakikası belki de bazı izleyicilerin moralini bozacak, ama kesinlikle çok basit, çok sanatkarhane, iğrenç olsa da zerafet taşıyan, sadist olsa da insancıl olmayı anlatan ve şok şok şok edici bir 15 dakika! (Dikkat spoiler, filmin sonunu izlemeden okumayın)Rob kendini bıçaklayarak intihar ederken bir yandan mastürbasyon yapar, cinsel organından kanlar fışkırır. Son derece dokunaklı bir müzik eşliğinde Rob’un intiharı, bir tavşanın gerçekten kesilip derisinin yüzülmesini tersten gösteren bir başka sahne ile iç içe montajlanmıştır. Bu şok edici sekansın üzerine, özellikle filmin artık en en sonundaki final sahnesi, ve son kare ile birlikte final müziğinin girişi de sinema tarihindeki en güzel finallerden biri… Hayran oluyoruz, saygı duyuyoruz…

K ya da K




K a f k a
y a d a
K a f


Kusursuzluk zamanlamasıyla ifadesi
alınmış, yakılıp yıkılmış bir başkent
gibi uyuyorsun, uyu, uyku iyi.

Zaten uyansan bütün renklerin adı karışır
bütün renklerin kimlik bilgileri karışır
saten mi atlas mı kimse saklanmaz ki
gibi duyuyorsun beni, duy, duygu iyi.

Zaten öfkelensen bütün kuşlar da küt ölür
küt gece olur, içimiz sil baştan sıkılır
içeriz konuşuruz içeriz konuşuruz
içimizden bıkılır
ağlaşsak kıpırdansak küt sessizlik olur
sessizlik bir tek yorumsuz rüyalarınla bölünür
gibi uygunsuzsun, suçla beni, suç iyi.

Zaten, aşk bir ihtimal; intiharda ihtimal iki.
( küçük iskender / iskender'i ben öldürmedim adlı kitaptan )

VASA MÜZESİ


Hemen hemen isveç-Stockholm’e gelen bütün turistlerin de ziyaret ettiği Vasa Müzesi’nde 1628 yılında ilk seferine çıkarken batan savaş gemisi Vasa sergilenmektedir. Vasa gemisinin tarihi ilginçtir. Bu büyük savaş gemisi tersanenin yaklaşık bir kilometre açığında alabora olup battı. Geminin denize açılışını izlemeye gelen kral ve davetlilerin şaşkın bakışları altında sulara gömülen gemideki 150 gemiciden çoğu boğularak öldü. 333 yıl suyun altında kalan gemi 1961 yılında çıkarıldı. Baltık çok tuzlu olmadığından fazla yıpranmamış olan gemi baştan başa elden geçirilerek, her tarafı yeniden orijinal hale getirilerek adına bir müze kuruldu. Bugün bu müze sayesinde gemiyi su altından çıkarma masrafları karşılandığı gibi inanılmaz bir reklam olanağı da sağlanmış oldu.

AMERİKA, SEN BU ÇOCUKLARA NE YAPTIN - 1




"Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman" dediğimiz günlerdi. Sonra bir anda karabasan gibi bir şey kuşattı içimizi, yüzümüzü, ruhumuzu.

Çürümeye başladık.

Otopsilerimize doktorlar bile girmek istemedi.

Örnek bir, Sayın Amerika, McCaulay Culkin'e ne yaptın böyle?! Evde Tek Başına kalmanın bedeli mi yoksa bu ?!

RASHIT ve DİNOZOR


1993'ten beri müzik yapan ve Türkiye'nin ilk yasal punk rock albümünü yayınlayan Rashit, 2010 itibariyle 14 Şubat'a özel mini bir albüm yayınlıyor. Günün anlam ve önemini yansıtan bir albümle karşılaşacağınızı düşünüyorsanız, sürprizler sizi bekliyor olacak. Çünkü, "Hem Sevgililer Günü'ne hem tüketim toplumuna bir protesto olsun diye," yayınladıkları dört şarkılık albümde Cmuk adlı eski punk grubunun Dinozor adlı klasikleşmiş şarkısı da yer alıyor.


Baharda çıkarmayı planladıkları yeni albüm için ısınma turu sayılabilecek Dinozor adlı EP'de (Ossi Müzik) grubun dostu ve zaman zaman beraber çalıştığı Teoman ile küçük İskender de var. küçük İskender'in sözlerini yazdığı "İyi Şeyler"in bir bölümünde sesiyle de şarkıya katıldığı iddia ediliyor.

"Bütün Vampirler Güzel Olmak Zorundadır"


Interview with the Vampire -Vampirle Görüşme (1994):


Ağlatan Oyun’la senaryo Oscar’ı kazanmış Neil Jordan’ın yönettiği film, genç kız tuzağı gibiydi: Tom Cruise, Brad Pitt, Antonio Banderas, Christian Slater ve Stephen Rea. Bu film de eşcinsel imaları belli bir süre sonra bir kenara bırakıp aleniyete geçiyor, Banderas ve Pitt’i öpüştürüyor; daha sonra çıtayı Pitt’ten şefkatli bir anne, Cruise’den de yer yer çocuğuyla birlikte muziplik yapmayı seven bir baba figürüne dönüştürerek yükseltiyordu. Jordan’ın akıcı senaryosuyla izlenmeyi kesinlikle hak ediyordu.


Filmin en önemli repliklerinden biri, yazının başlığıydı.

KANAT GÜNER


Kanat Güner 28 yaşındaydı.. yazdıklarını hayatıyla kanıtladı. Kısacık ömrüne sığdırdığı yalın ve gerçek yazınına kendisini işledi.. Motifi, kurgusu, ola örgüsü , kendisi olan bir ekolün en gerçekçi ve yürek burkan günlüklerini tuttu Kanat Güner.. ‘‘Yanımda kal, beni bırakma. Elimi tut. Öyle tut ki bütün korkularım bitsin’’ diye sesleneceği kimsesi yoktu. Gençlere örnek olmak için eroinin, yani kendi hayatının kitabını yazdı. Eroinden kurtulmak için verdiği amansız mücadeleyi ve kaçınılmaz sonu anlattı kitabında. ‘‘Bir tuvalet köşesinde öleceğim’’ demişti. Gerçekten de öyle öldü...


"ada 4-4910" ve ''eroin Güncesi'' ile altkültür yazınında öncü olup, o dönemlerde hepimizin kıyısından köşesinden teğet geçtiği gerçekleri dibine kadar yaşayıp, sahneye gireceği zamanı seçemeyen ama çıkacağı zamanı seçebilen ve ''Perde!'' restiyle hayat tragedyasını kapatan , Cerrahpaşa Tıp'ın uçarı meleği Kanat ...Anmak lazım seni böyle ara sıra değil sıklıkla hasratle anmak.. Kısacık ömrüne sığdırdığın iki büyük kitabı unutmadan anmak. Yalansız, Maskesiz, salt insan olabilmenin erdemiyle kendini sorgulatmadan ve başkalarını sorgulamadan yaşadığın hayatı anmak.. kelebekler vadisin'de sıcak şarap satılıyor artık, ansızın sen gezginlerin karşısına çıkmıyorsun diye köpek öldürenler çoktandır kaldırıldı tedavülden.. ama şişe bira içip kapağını yırtanlar keşke ölümü seçmeseydin diyerek arkandan boğuşmaya devam ediyorlar hayatla.. Tek bir şey eksikti taa en başından beri demiştin ve öküz dergisinde şu yazıyı kaleme almıştın bir dönem hatırlatalım:'' otoriteden, faşistlerden, polisten , zabıtadan korkmayız; sadece ve sadece kendi beyin hücrelerimizden korkarız. gri hücrelerimizi zaptetmek, sakinleştirmek için uğraşırız. havalandırmalı yerleri sevmeyiz. üç öğün yemek yemeyiz. 40 cc su yeter bize, çok sık yıkanmayız, ama kokmayız da. kedi köpek besler , onlara da kafa yaptırırız. dans ederken birbirimizi ezeriz. güzel söveriz , terminolojimiz geniştir. sigara dumanını içimize kadar çekeriz. aklımız bel altına kaymayacak kadar yukarda takılır. acı eşiğimiz yüksektir. şişe bira içer, etiketini yırtarız. meslek odamız, sendikamız, grev hakkımız yoktur. tırnaklarımız ve saçlarımız uzun ve kirlidir. yazın bile uzun kollu giyeriz. nöbetci eczaneleri muhakkak biliriz. cocukları, delileri, tinercileri, dilencileri, cingeneleri severiz. tekel'e cok şey borçluyuz , ama tekel bize daha çok şey borçlu. wc'ye giren arkadaşımızı bir daha göremeyebiliriz. sevgi denildiğinde kitleniriz. 'size söylüyorum, biz ölmeyiz' diye şarkılar söyleriz. insana ait olan hiçbir şey bize yabancı değil, hele ölüm hiç değil. günaydın, tünaydın, hanfendi, beyfendi, rica etsem gibi kelimeleri yaşamayız. öbür taraf varsa, orda muhteşem konserler olmalı, morrison, hendrix, cobain bizi bekliyor. ayık ya da değil, yaratıcıyız ama cesedimizle bile baş edemeyeceksiniz. vergi ödemez, oy vermez, fiş almayız; çünkü hiçbir torbacı yazar kasa kullanmaz. kısacası milyonlarcası ölmüş gri hücrelerimizle bile sizden çok daha farklıyız...''

PINK TV



31 Ekim 2004


Fransa'nın eşcinsellere yönelik ilk televizyon kanalı büyük bir törenle yayına başladı. 'Pink TV' adlı kanal, Katolik mezhebinin güçlü olduğu Fransa'da eşcinsellik için önemli bir adım olarak görülüyor. Fransa'nın ilk eşcinsel televizyonu 'Pink TV'nin açılış töreni için yüzlerce misafir bir araya geldi. Konuklar arasında, eşcinselliğini ilan eden tenisçi Amelie Mauresmo gibi ünlüler de vardı.

Pop yıldızları Elton John, Björk ve Kylie Minogue ise uydu aracılığıyla 'Pink TV'nin açılış törenine katıldı. Kanal, yayın hayatına misafirlerin geri sayımıyla başladı.'Pink TV', Katolik Fransa'da eşcinsel özgürlük adına önemli bir adım olarak görülüyor ve muhafazakar Fransızların eşcinsellik konusunda daha hoşgörülü bir noktaya geliğinin ifadesi olarak kabul ediliyor. Ülkenin ciddi gazeteleri de 'Pink TV'nin açılışını yakından izledi. 'Liberation' gazetesi, hafta sonu 'Pink TV'nin açılışı dolayısıyla ön sayfasını pembe topuk fotoğrafıyla süslemişti. Fransa'nın üç büyük reklam şirketince finanse edilen 'Pink TV', eşcinsellere yönelik programların dışında, film ve belgeseller de yayınlayacak. Ayrıca eşcinsellerin ebeveynliği hakkında tartışma programları da olacak. 'Pink TV' tanıtımlarında, eski Fransa Cumhurbaşkanı Francois Mitterand'ın eski Alman Başbakanı Helmuth Kohl ile el ele tutuştuğu bir fotoğraf kullanacak.

ENDERUNLU FAZIL


Eskiler, Osmanlılardaki eşcinsel metinlerden bahsederken, "Bu iş, adamların sadece dilinde" derlerdi.
Sadece dillerinde olup olmadığını bugün bilemiyoruz ama eşcinsel temalar, Osmanlı cinsellik metinlerinin azımsanmayacak bir bölümünü oluşturur ve bunları görmezlikten gelmek de zordur.
Bu tür ilişkiler, o dönemin şartları içerisinde olağan bir davranış görüntüsü verir. Eşcinsel eğilim, sıradan şairinden divan sahibi şeyhülislamına yani en yüksek düzeydeki din görevlisine, padişahın maiyetindeki besteciden semai kahvelerinde sazını çalarak geçinen müzisyenine, ansiklopedistlerden tasavvuf bilginine kadar, toplumun değişik kesimlerinden gelenlerin yazdıklarında açıkça görülür.
Alışılmış görüntülerden biri, kadının kötülenmesidir. Mesela Sümbülzade Vehbi'ye göre erkek, "Eli kınalı kadınlardan elini çekmelidir, zira kadınlar, erkeğe kanlı gömlek giydirebilirler."
Lamii Çelebi ise, erkeklere "evde kahbe tutmayın" diye nasihat eder:
Seni boyunca altına gark etse
Erkeksen, kahbeyi evinde tutma
Ona da malına da lanet olsun!
Malı da kendisi de mel'un
Fuzuli, "Sabah usturasını bilemiş, güneş kılıcını taşa çalıp o ay gibi tellaka bağlılığını göstermiş. Başlar, onun amber kokulu usturasının hareketinden, suyun dalgalanıp kabarcıklar meydana getirmesi gibi neşelenip tertemiz oluyor. Her kılımın ucunda bir baş olsaydı ve sevgilim onları saç gibi doğrasaydı, kanlar döken usturasından yine de kaçmazdım." sözleriyle, hamamda saç tıraşı yapan bir tellaka övgüler yağdırır.
Divan şiirinin hemen her ünlü adı, bu şekilde mısralarının yer aldığı hammamiyeler düzer ve güzel delikanlıları tasvir ederler.
Erkek sevgilinin şiirde sadece böylesine sembol olarak değil, adıyla, sanıyla geçmesi olağan bir şeydir.
1082 yılında Ziyaroğulları'ndan Emir Keykavus tarafından kaleme alnınan Kabusname sevişmeyi konu olarak işleyen Farsça bir ansiklopedik eserdir. Kabusname'den örnek bir bölüm şöyledir:
".Yaz olunca avratlara, kışın oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam olasın. Zira oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir araya gelirse vücudu bozar. Avrat teni ise soğuktur, kışın iki soğuk, vücudu kurutur."
Osmanlı eşcinsel metinlerinden bahsedildiğinde, akla ilk gelen isimlerden biri Enderunlu Fazıl Bey'dir.
1759-1810 yılları arasında yaşamış. Dönemin tanınmış bir eşcinseli ve eşcinsel olmakla her zaman, her vesileyle övünmüş. Kadınlardan zevk almadığını devamlı tekrarlamış, eserlerinde hep bu konuyu işlemiş. Maceralarını, duygularını, isteklerini apaçık ve hiçbir şeyin ardına gizlenmeden anlatmış. Üstelik bu açık sözlülüğü, ona ünlü beytini, "Şairiz, şeyn verir şanımıza / Giremez fahişe divanımıza"yı (Şairiz, fahişeler divanımıza giremez, böyle bir şey bize utanç verir) yazdıracak dereceye varmış.
Fazıl'ın, bugün elimizde beş kitabı var: Defter-i Aşk, Hubanname, Zenanname, Çenginame ve Divan. Kitapların geçmişi de, yazarları gibi maceralı. Kimisi yazma olarak elden ele dolaşır, kimisi de basılır ama bazen ahlak dışı bulunarak toplatılır.
Defter-i Aşk'ta şair, başından geçen aşk maceralarını hikaye eder. Saraya alınışını, Enderun'daki bazı delikanlılara aşık olunca kovuluşunu, sefaletini ve bir çingene genciyle olan gönül ilişkisine yer verir.
Hubanname'de, dünyanın çeşitli uluslarına mensup delikanlıların özelliklerini anlatır. Sevgilisi, diğer ülkelerin güzel erkeklerini de öğrenmek istediğini söyler ve Fazıl bu isteği yerine getirmek için kaleme sarılır.
Divan, dini şiirler, devrin büyüklerine övgüler ve yine delikanlılar için yazılmış gazellerle doludur. Fazıl bu şiirlerle kendisine özgü bir tarz yaratır, o güne kadar söylenmeye cesaret edemediği bazı ifadeleri açıkça kullanır.


İSTANBULLU LEZBİYENLER


Zenanname, Hubanname'deki bahsi geçen milletlerin kadınları üzerinedir. Özellikle İstanbul kadınları için yazdıkları, o dönem Osmanlı hayatını gösteren bir ayna gibidir. İstanbul kadınlarını dörde ayırır Fazıl. Dinine bağlı, namazında-abdestinde olanlar, hafif işveliler; fahişeler ve lezbiyenler. Bu kitabı yazmasını da sevgilisi ister. Fazıl, İstanbullu lezbiyenler için şöyle yazmıştır:
"Ey sevgili, eski zaman kadınları arasında olmayan, "sevici zümresi" denilen yeni bir bölük çıktı ortaya. Kadınlara kötü bir hediye bu. Birbirlerine gönül verip aşık olurlar, ilişki vaktinde bile hile yaparlar. Hileleri, zekeri (erkeğin cinsel organını) taklit ederek yapılmış bir alettir. Aletin adını yazamam ama bir bilmeceyle söyleyebilirim. İşte o bilmece: "Nazı bıktırdı beni dildarın" (Fazıl burada, eski harflerden ve aruz vezninden yararlanarak, "yapay erkeklik organı" demek olan zıbık kelimesini şifreyle veriyor.) Bu yola girenler temiz huylu, nazik, ilim-irfan sahibi kadınlardır. Böylesine ilişkiler pek çok oluyorsa da, diğer davranışlara göre kötünün iyisi sayılıyor, birbirleriyle geçinip gidiyorlar.


ÇİNGENELER, ÇENGİLER


Fazıl'ın bir diğer kitabı Çenginame yani "Erkek Dansçılar Kitabı" o dönem İstanbul'unun en ünlü erkek dansçılarını konu alır. Şair, erkeklerin ve erkek sevgililerinin konuşulduğu bir toplulukta çengi denilen dansçılar üzerine yapılan bir tartışmaya tanık olur. Herkes bir başka çengiyi methetmekte, göklere çıkarmakta ama hangisinin en yakışıklı ve en hünerli olduğu hakkında bir türlü karar verememektedirler.
Sonuçta Fazıl'dan hakemlik etmesini ve bu konuda bir kitap yazmasını isterler. O da oturur, Rum, Yahudi, Ermeni, Hırvat ve Çingene milletinden gelme 42 erkek dansçıyı şiirlerle anlattığı Çingenamesi'ni kaleme alır. İşte Çingename'deki düzyazı şeklinde kaleme alınan oyunculardan bazıları:
BÜYÜK AFET denilen güzel YORGAKİ'nin temiz vücudu gümüşe benzer. O edasının, yiğitçe yürüyüşünün dünyada bir benzeri daha yoktur. Görünüşü, hareketleri alemi kendisine bağlar. Aşığın burnuna girse bile, değer.
ANDON, eli ağzına uyan bir dilberdi, naz tahtı üzerine kurulmuş İskender'e benzerdi, iki bin aşığı vardı. Şimdi yüzüne sinekler üşüştü, şirin dudaklarına karıncalar düştü. Meğer güzellik de kuş gibiymiş.
Çengilerin şahı MISIRLI'nın vücudunun uyumu ve boyu eşsizdir. Aslı Yahudi'dir. Raksa girip her tarafını oynatmaya başlayınca, halkı deli eder. Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur.
KANARYA, aşıkların kuşunu kaldırıyor. Güzeller içinde bir bülbül. Onun yanında bize düşen, mum tutmak.


MURAT BARDAKÇIOsmanlı'da Seks adlı kitaptan sadeleştirilmiştir.


HUBANNAME'DEN (ERKEKLER KİTABI) BAZI ÖRNEKLER:


ZENGİBAR (ZENCİ) ERKEKLERİ: Ey gecenin rengi gibi benli, güzelliği gizli olan zencinin genci!.. Yanakları sade de olsa, yüzü tebessüm de etse, aşığın gözü kör olmadıkça öpülmeye layık görülmezler. İsimlerine "Mercan" diyelim, ama onunla birlikte olmayı kim kabullenecek? Sadakatleri meşhur, kahraman, sevimli ve vakurdurlar; isimleri görünüşte değişiktir ama içleri baştan başa cevherdir. Fakat anlayış gözü kör mü acaba? Parlak gündüz ile gece bir mi? Bırak, onları hatırlamasak daha iyi olacak. Geriye kalanları bir tütsü kabına koysak, hepsi amber olur.
HALEP VE URFA ERKEKLERİ: Rüzgarın can verdiği, mutedil bir havası var Halep'in. Hoş yürüyüşlü dilberleri temiz, yanaklarının aynası saf. Ama çocuklarının yüzlerinde bile yara çıkar, erkeklerinin hepsi yaralı.
ANADOLU ERKEKLERİ: Bunlar adetlerine bağlıdır, yaratılışları sırasında aldıkları özelliklerini daima korurlar. Yani ne cilve, ne edalı yürüyüş, ne de kötü söz bilirler. Hepsinin budala yaratılışlı olmasının aslında yüz sebebi var ama çoğu cennetlik. Ham vücutları da pişmemiş, endamları kaba. Yüzü ay gibi bile olsa, cansız bir şekli ne yapayım? Cisminin kabalığı, resmini bile uygunsuz kılıyor.
İSTANBUL ERKEKLERİ: Dünya sanki bir kitap, İstanbul da onun fihristi. Bazen insan harmanı yapıldı burada, bu yüzden her cinsin tohumu var. Bütün dilberlerin bukalemun gibi renk değiştirmesinin sebebi de işte bu. Uykulu tavırlı, edalı, güler yüzlü, tatlı seslidirler. Kadın gibi, bilmem ne gibi kırıtarak yürürler. Nazik boyu ince bir fidanı, yanağı ve yüzü sonbahar yaprağını andırır.
Güzelleri birbirine benzemez, üstelik renkleri de değişiktir ama hepsi naz ve niyaz ehli, aydınlık çehrelidir. Naz ve sitemde üstat, cevir ve cefa etmeye alışıktırlar. Ona Karun kadar mal harcasan, ne kadar sihirler, füsunlar yapsan, ciğerini önüne koysan, bin bir vade ile kucağa gelir ama yine de göğsünü kırar geçirir. Kimi hafız, kimi molla, kimi şair, kimi de seçkinin de seçkini.
RUM ERKEKLERİ: Sanki aleme bir güzellik zerresi düştü, Rum milletine ise güzelliğin kubbesi verildi. Kadını da oğlanı da güzel, her biri birer afet. Yosma yürüyüşlü, şuh edalıdır hepsi. Ermenilerin yumuşaklığına, Yahudilerin miskinliğine onlarda rastlanmaz. Galata meyhanelerindeki çocuklar, en iyi insanı bile yolundan çıkartır.
ERMENİ ERKEKLERİ: Yüzlerinin ifadesi hummalıdır ama güzellikleri Rum gibi olmaz. Nazik huylu Serkis. Vücudu nazik, boyu ince uzun, bacak kılları az ama şehveti kışkırtmıyor. Bedeni vahşi görünüyor. Kılları samur gibi. Karakış için iyi bir güzel; onu kışın kullanmak için sakla. Göğsü bir kıl tarlası, her kılı bir eşek lalesi.
YAHUDİ ERKEKLERİ: Çehreleri ak olur, kırmızı yüzlüleri, esmerleri azdır. Güzellikte ufukların en şuhu bile olsa, başı kel olanı neyleyeyim? İşte Yahudi'nin başı kel, yüzü sarı. Bu, onun soyundan geliyor. Bedeni ve yüzü beyaz. Katı gönüllü, her millete düşman olmuşlar..
ÇİNGENE ERKEKLERİ: Dilberleri hoşça, yüzleri esmerdir. Musiki onlara Allah vergisidir. Hareketleri anlamlı ve ölçülüdür. Sesleri nazik ve gevrek, sözleri şerbetten lezzetlidir. Onlarla gizlice "alışveriş" yapmak mümkündür. Birçok bahaneyle kapıya gelirler.

ED GEIN


Ed Gein dört kişilik bir ailede büyür: alkolik bir baba, dominant ve aşırı dindar bir anne ve abisi Henry. Annesinin kendisine olan etkisi çok büyüktür. Babası ve abisinden sonra, 1945’te annesi de vefat ettiğinde, Ed dünyada tek başına kalır.
Bu yalnızlık, insanların zaten garipsediği Gein’i, iyice deliliğe iter. Merhum annesini tekrar diriltebilmek için, anatomi bilimini incelemeye başlar ve mezarlıklardan çaldığı cesetler üzerinde öğrendiklerini uygulamaya koyulur. Kendisini özellikle büyüleyen, kadın vücududur.
Annesini diriltmeyi başaramadığını anlayınca, annesinin yaşında bir kadının cesedinin derisini yüzmeye karar verir ve arada sırada bu deriyi (annesinin eski elbiseleriyle birlikte) elbise niyetine giyer.
Hayatı boyunca cinsel ilişkide bulunmamış olan Gein, kadınlara karşı hissetiği karmaşık duyguları pek anlayamaz ve bir kadın olma isteği geliştirir. İlk başlarda kendi kendini hadim etmeyi düşünen Gein, bir kadın derisinin kendisini yeterince kadınsı gösterdiğine inanarak, bu düşüncesinden vazgeçer. Kadın vücutlarına duyduğu isteği gitgide daha da büyüyen Gein, bir süre sonra sadece mezarlardan ceset çıkarmakla kalmaz, 1954 yılından itibaren bir cinayet işlemeye karar verir ve kurbanını annesinin öldüğü yaştan seçer.
Deri işlemesinde gün geçtikçe daha da hamaratlaşan Gein, bir süre sonra meme uçlarından kemer, kafatasından bardak ve diğer süs eşyaları yapmaya koyulur.
İlk cinayetinden sonra kasabanın şerifi Ed Gein’in izini bulur ve tutuklar. Evde arama yapan polis, birçok kadavra, insan dudaklarından yapılmış kolyeler ve diğer garip nesnelerle karşılaşır.Gein’in birden çok daha fazla cinayet işlemiş olması gerektiğini düşünür, ama daha sonra yapılan incelemelerle bu ceset parçalarının yakındaki mezarlıktan çıkarılan yaşlı kadın cesetlerinden kesildiği anlaşılır. Gein, ölü sevicilik ve yamyamlık gibi suçlamaları şiddetle inkar eder: kendisine göre cinayetleri sadece evini süslemek için işlemiştir.
Doktorlar Gein'e kronik şizofreni tanısı koymuşlardır. Ayrıca yaptıklarından yola çıkarak, onun, gizli eşcinsel olabileceği de düşünülmüştür.
Deli raporu sayesinde hapse konulmayan Gein, geri kalan hayatını ıslahevlerinde geçirir ve 1984 yılında 77 yaşında uzun zamandır çektiği kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirir.


Edward Theodore Gein (27 Ağustos 190626 Temmuz 1984), ABD'li seri katil. Cinayetleri birçok hikâyelere ve filmlere ilham kaynağı olmuştur: Sapık (1960 film) (Alfred Hitchcock), The Silence of the Lambs (Thomas Harris / Jonathan Demme) ve Teksas Testere Katliamı (1973) en bilinen örnekleri.

Behind Of The Green Door ( 1972 )




Behind the Green Door 1972 yapımı, çoğu kişi tarafından klasik kabul edilen, ilk uzun metrajlı porno filmi. Filmin yönetmenliği Mitchell Brothers’a ( Artie Mitchell, Jim Mitchell) ait, başrolünde ise Marilyn Chambers yer alıyor. Film aynı isimli anonim bir kısa hikayenin uyarlaması. Aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma, Amerikan askerlerinin birbirlerine anlatıp, sahneledikleri müstehcen bir skeçtir bu. Hikayenin başlığı 1956 yılının hit şarkısı “The Green Door” a bir gönderme yapmakta.Bir kısa hikayeden sinemaya uyarlanan bu filmde, porno filmlerde pek alışık olmadığımız birçok başrol oyuncusuna yer verilmiş: Marilyn Chambers, George S. MacDonald, Johnny Keyes, Lisa Grant gibi. Filmde Chambers Gloria rolüyle karşımızda. Hikaye bir cafede, bir aşçının iki kamyon şoförüne “green door” un hikayesini sormasıyla başlıyor. Daha sonra Gloria rolündeki Chambers iki kişi tarafından kaçırılıyor. (Bu kişiler yönetmen kardeşler Artie ve Jim Mitchell’dir.) Yeşil bir kapıdan geçirilip, bir seks tiyatrosuna getirilir. Bir sahnede birçok kadın ve erkek tarafından, türlü seks oyunlarına zorlanır ve bu sırada maskeli bir izleyici kitlesi tarafından da izlenmektedir.Behind The Green Door, sinema tarihinde çığır açmış bir filmdir. Amerika’da gösterilmiş ilk uzun metrajlı porno filmi olan Behind The Green Door, sadece adult sinemalarda değil bütün sinema salonlarında gösterime girmiştir. Filmle birlikte Mitchell kardeşler adult film endüstrisinde büyük bir değişim yapmıştır. Porno’nun kötü, korkunç olması gerekmediğini izleyiciye gösterir bu film. Artık porno film izlemeye insanlar eşini, dostunu alıp sinema salonlarına gitmeye başlar. Film o kadar büyük ilgi görür ki, kimilerine göre 30 milyon dolar gişe yapmıştır.Filmin geneli büyük bir sessizlik içinde geçmekte, hatta Chambers film boyunca ağzını açıp tek bir kelime bile etmiyor. Chambers bu filmden önce birkaç küçük deneyimin dışında başrol tecrübesi yaşamamış bir oyuncu. Filmle birlikte yıldızı parlıyor. Daha önce Pepsi Cola reklamlarında oynuyor ve Ivory Snow Girl olarak deterjan reklamlarıyla Amerikan toplumunda kendisine masum, temiz, pak kız imajı yaratıyor. Daha sonra Behind The Green Door ile porno oyuncusu olarak seyircinin karşısına geçince de çok da fazla yadırganmıyor. Hatta porno filmlere karşı ön yargılı yurttaşla pornografi arasında bir köprü görevi gördüğü bile söylenebilir.Bu yeni pornografi M.Chambers ile birlikte temiz olabileceğinin kanıtı olmuş gibiydi. Eski stag filmlerinde kadın oyuncular sadece cinsel birer objeye indirgenmişlerdi ve belli bir yerden sonra sadece birer et parçasından ibarettiler. Bu filmden sonra 70’li yıllarla birlikte porno sektörü güzellik idealine dikkat etmek zorunda kalmıştı. Oyuncuların sadece güzel olmalarına ya da iri göğüslere sahip olmalarına bakılmıyor, azda olsa oyuncuların kişiliklerini yansıtan, karakter özellikleri hakkında herkesin bir fikri olacak kadar bilgisi olmasına özen gösteriliyordu.